Kelimelerin Işığında Gerçek: “Bilim Objektiftir” Sözünü Edebiyatın Aynasında Okumak
Bir edebiyatçının gözünde kelimeler, yalnızca anlam taşıyıcıları değil; bir dünyanın kurucularıdır. Her kelime bir duygu, bir tarih ve bir bakış açısı saklar. Peki ya “bilim” dediğimizde?
Bir bilim insanı gerçekliğe ulaşmak için duygularını askıya alır, ölçer, tartar, gözlemler. “Bilim objektiftir” sözü de bu arayışın özüdür: gerçeği kişisel inançlardan, önyargılardan ve duygulardan arındırmak.
Fakat bir edebiyatçı için bu söz, yalnızca bir bilimsel ilke değil, aynı zamanda bir anlatı biçimidir. Çünkü “objektiflik” bile bir hikâyenin içinde şekillenir; her gerçek, bir dilde ve bir bakışta yeniden doğar.
Bilim Objektiftir Ne Demek?
Bilim objektiftir ifadesi, bilimin kişisel görüşlerden bağımsız, nesnel verilerle hareket ettiği anlamına gelir. Bilim, duygulardan çok kanıtların, sezgilerden çok ölçümlerin dünyasında yaşar. Ancak edebiyatın merceğinden baktığımızda bu tanım başka bir renge bürünür.
Bilim, insanın doğayı anlamak için yarattığı bir dildir; tıpkı edebiyat gibi. Fakat biri ölçer, diğeri anlatır. Birinde nesnellik, diğerinde öznel derinlik hâkimdir. Buna rağmen her iki alan da aynı soruyu sorar: Gerçek nedir?
Edebiyatta Gerçeğin İzinde: Objektifliğin Estetik Yansıması
Romanlar, hikâyeler, şiirler — hepsi kendi “bilimsel deney”lerini yapar. Gerçeği gözlemlemek, karakterlerin iç dünyasını çözümlemek, olay örgüsünün neden-sonuç ilişkisini kurmak, aslında bilimin yöntemini anımsatır.
Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, insan davranışlarını laboratuvar titizliğiyle analiz eder. Dostoyevski’nin karakterleri, insan psikolojisinin karanlık noktalarına mikroskopla bakar gibidir.
Yani edebiyat, kendi içinde bir tür “insan bilimi”dir; ama deney tüpleri yerine kelimeleri kullanır.
Böyle bakıldığında, “bilim objektiftir” sözü edebiyat için şu anlama gelir: Anlatıcı, duygularını değil, hakikatin çıplaklığını gösterebildiğinde metin evrensel olur.
Kelimelerin Tarafsız Olabilir mi?
Edebiyatın büyüsü, tam da burada başlar: hiçbir kelime bütünüyle tarafsız değildir. Bir kelime seçimi bile bir değer yargısı taşır. Bir karakteri “yoksul” ya da “mütevazı” diye tanımlamak, anlatının duygusal eksenini belirler.
Bilimsel metin, “madde ısındığında genleşir” der.
Edebi metin ise “demir, ateşle buluştuğunda kendini genişletir — tıpkı bir insan kalbi gibi” der.
Her iki cümle de gerçeği anlatır, ama biri gözlemin, diğeri duygunun penceresinden bakar. Bu yüzden bir edebiyatçı için “bilim objektiftir” demek, “gerçek duygudan bağımsızdır” demek değildir; aksine, duygunun da kendi gerçeği vardır.
Bilim ve Edebiyat: Gerçeğin İki Yüzü
Bilim, gerçeği formüllerle tanımlar; edebiyat ise o formüllerin insan hayatındaki yankısını duyar.
Bilim, doğanın düzenini açıklar; edebiyat, o düzenin içinde insanın yerini sorgular.
Bilim “nasıl?” sorusuna yanıt ararken, edebiyat “neden?” sorusunu sormaktan hiç vazgeçmez.
Bir şiir, bir kuram kadar açıklayıcı olabilir; bir roman, bir teorinin anlatamadığı bir hakikati gösterebilir.
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı, bilimin sınırlarını ve insanın Tanrı’yı oynama tutkusunu sorgular. George Orwell’in 1984’ü, bilginin ve gözlemin nasıl bir baskı aracına dönüşebileceğini gösterir.
Bu metinler, “bilim objektiftir” anlayışının politik ve ahlaki sonuçlarını tartışmaya açar.
Objektiflik, bazen duygusuzlukla, bazen de güçle yan yana gelir. Ve edebiyat, bu soğuk nesnelliği ısıtan bir bilinç sunar.
Karakterler Üzerinden Nesnelliğe Bakış
Bir karakterin gözünden dünyaya bakmak, bir deneyi yeniden yapmak gibidir. Virginia Woolf’un anlatı dünyasında “nesnellik”, bireyin bilinç akışı içinde kaybolur. Albert Camus’nun Yabancı’sında ise duygusuzluk, bir tür bilimsel mesafe gibidir — hayatı gözlemleyen ama ona katılmayan bir bakış.
Bu karakterler, “objektifliğin” insani bedelini gösterir.
Peki gerçekten duygusuz bir gözlem mümkün müdür?
Bir insan, gördüğü acıyı yalnızca “veri” olarak değerlendirebilir mi?
Bilim ve Edebiyatın Kesişim Noktası: Hakikatin Çok Sesi
Edebiyat, bilimin sessiz kaldığı yerde konuşur.
Bilim, evrenin sırlarını çözmeye çalışırken, edebiyat insanın kendi iç evrenini sorgular.
Bir bilim insanı teleskopla yıldızlara bakar; bir yazar aynı yıldızlara bakıp insanın yalnızlığını anlatır.
İkisi de hakikatin peşindedir — sadece farklı dillerle.
Bu yüzden, “bilim objektiftir” derken, belki de asıl söylemek istediğimiz şudur: Hakikat çok katmanlıdır.
Bir kısmı ölçülür, bir kısmı hissedilir.
Sonuç: Gerçekliğin Edebî Yankısı
Bilim objektiftir, evet; ama insanın onu anlamlandırma biçimi asla tam anlamıyla nesnel olamaz.
Edebiyat bize şunu hatırlatır: Her gözlem bir bakıştır, her ölçüm bir seçimdir, her tanım bir hikâyedir.
Peki sizce, gerçeği anlamanın yolu formüllerden mi geçer, yoksa kelimelerden mi?
Yorumlarda, “bilim” kelimesi sizde hangi çağrışımları uyandırıyor?
Belki de bilimin nesnelliği ile edebiyatın öznel büyüsü arasında bir yerde — gerçeğin ta kendisi gizlidir.